Kazdağları ve çevresinde anlatılan hikâyeler, ritüeller ve çeşit çeşit inanışların temelinde miras olarak bir sonraki nesle kalmış, sentezlenmiş bir kültürün varlığını hissedilir. Kazdağları bereketli toprakları ve güzelliğiyle tarihte bir çok devlete de ev sahipliği yapmıştır. Bölgeye yerleşen bir halk önceki halkların sözlü mirasına kendilerinden de eklentiler yaparak yeni yeni anlatılar ortaya çıkarmıştır. M.Ö. 7000’li yıllardan günümüze kadar motifler ortak olarak kullanılmıştır. Yüksek ve heybetli bir dağ, denize akan bir nehir, bazen taşlık bazense bereketli bir toprak , deniz ticareti yapamaya elverişli kıyılar efsaneler için son derece uygun koşullar olarak yörede hazır bulunmaktadır. Adı antik Grek mitolojisinde İda olarak geçen Kaz dağları Zeus’un doğum yeri olarak da bilinir. Grek mitolojisindeki birçok efsanede kendine yer bulan Kazdağları aynı zaman da Zeus’un ünlü Truva savaşını izlediği yerdir.
Nereid (deniz perisi) olan Thetis olağanüstü güzel bir kadındır. Zeus onunla birlikte olmak istemiş ama Thetis’in üzerinde olan bir lanet nedeniyle hevesi kursağında kalmıştır. Thetis’in doğuracağı çocuk babasından güçlü olacaktır. (Bu çocuk Achilles olacaktır.) Zeus kendisinden güçlü bir çocuğun varlığını göze alamaz. Bunun üzerine Zeus, Thetis’i bir ölümlüyle evlendirmeye karar verir. Bu kişi Peleus’tur.
Bu düğüne su perileri bile çağrılırken, kavga ve karmaşa tanrıçası olan Eris düğünün tadını kaçırması istenmediğinden davet edilmez. Eris düğüne davet edilmediği için oldukça kızar. Zeus’a ve düğündekilere bu saygısızlığın cezasını vermek için bir yol düşünür ve eline bir altın elma alarak üzerine “En güzele” yazdıktan sonra Olimpos’a fırlatır. Elma düğünün tam ortasına düşer. Zeus daha elma düşerken, olanları anlamıştır. Eris’i davet etmediğine pişman olur ama çok geçtir.
Elmanın üzerindeki yazı salonda fısıltı şeklinde dolaşmaktadır. Salonun ortasına birden düşen bu elmayı bütün kadınlar kendilerine layık görmektedirler. Ama ortada 3 kadın vardır ki, bu elma için savaşmayı bile göze almışlardır ve elma üzerinde hak iddia etmek üzere öne çıkarlar. Hera, Athena ve Afrodit, hiçbiri de geri çekilmek niyetinde değildir. Zeus’a dönerek tanrıların tanrısı olarak en adil kararı onun vereceğini, elmayı hak edene vermesini söylerler.
Zeus böyle bir seçimi yaptığında, başına gelebileceklerden haberdardır. İki ölümsüz tanrıçanın sonsuz kinini kazanmak istemez. Bu işten sıyrılmak için, kendisinin onları sadece fiziksel güzellikleriyle değil aynı zamanda tanrısal güzellikleriyle de bildiğini, bu yüzden seçimi başkasının yapması gerektiğini söyler, Zeus. Bu seçimi gözleri fiziksel güzellikten başka hiçbir şey göremeyen bir ölümlü yapmalıdır.
Şimdi tanrıçaların arasında seçim yapacak bir ölümlü bulmak gereklidir. Hermes’e emir verir. “Bir ölümlü bul ama ihtiyar olmasın. Onlar görmüş geçirmiş olduğundan böyle bir seçimin neye mal olacağını hissedecek kişilerdir. Tanrılar arasında hakem olmayı kabul etmezler. Genç, toy birini bul. Dikkat et, soylu biri olsun. Ne de olsa tanrıçaların içinden seçim yapacak. Ama çok önemli birini de seçme. Tanrıçalar öç aldığında, insanlar fazla isyan etmesin.” Aslında Zeus’un kimi kast ettiği bellidir. Priamos’un oğlu Paris.
Dünyaya gelecek prensin, Troya’nın yıkımına sebep olacağı kehaneti Priamos’a söylenince, Troya kralı, doğan çocuğun İda dağındaki çobanlara verilmesini emretmiştir. Böylece prens kimliğini asla bilmeyecek, Troya’nın da yıkımına sebep olamayacaktır. Yıllar geçmiş, Paris büyümüş ve genç bir delikanlı olmuştur. Son derece çekici bir erkektir. Onun yakışıklılığına kapılan ormanın şifacı perisi İonone ile birlikte yaşamaktadır.
Hermes, Paris’in İonone ile birlikte yaşadığı kulübeye gelerek, ona tanrıların hakemi olma görevinin verildiğini bildirir. İonone tanrıları bildiğinden, reddetmesi için Paris’e yalvarır fakat Paris’in kendisine bahşedilen şereften gözü kamaşmıştır. Tanrıçalar arasında hakemlik yapmak hangi ölümlüye nasip olmuştur ki? Hermes onu tanrıçaların beklediği alana götürür. Paris kendisine verilen görevin tadını çıkartmak için tanrıçaları uzun uzun süzerken kulağına onların rüşvet teklifleri gelir.
Hera, ona sonsuz zenginlik ve Asya’nın kralı olmayı, Athena, komutan olarak daima zafere koşmayı ve çağlar boyu bilgeliğiyle anılmayı, Afrodit ise, ona dünyanın en güzel kadınını vaat eder.
Ve Paris, altın elmayı Afrodit’e uzatır. Afrodit, yumuşak adımlarla Paris’e doğru ilerlerken, Athena ve Hera, öfkeli bakışları Paris’e dikilmiş halde, bir sisin içinde kaybolurlar. Afrodit, altın elmayı Paris’in elinden alırken ona, sadece tanrıların bildiği bir kimliğe sahip olduğunu, ahırındaki boğaya çok iyi bakmasını, çünkü o boğanın vaadini yerine getirmesi için olanak sağlayacağını söyler. Elmayı Paris’in elinden alır ve kendisini saran sisin içinde yok olur.
Böylelikle tarihteki ilk güzellik yarışmasının kazananı olan Afrodit’in vadettiği bu kadın ise Yunan kralı Menelaos’un karısı Spartalı Helen’dir ve bu yarışma mitolojinin en önemli olaylarından biri sayılan Truva savaşına neden olacaktır…
Troia kralı Tros’un üç oğlu oldu. Ilos, Assarakos ve tanrılara denk Ganymedes. Adı “aydınlık, göz alıcı, ışık saçan” anlamına gelen Ganymedes’in ölümlülerin en güzeli olduğu belirtilmektedir.
Büyüme çağında olan Ganymede, Troia yakınlarındaki İda dağının eteklerinde babasının gemisini gözetlerken Zeus ona âşık olmuş ve bir kartala dönüşerek Ganymede’yi Olimpos dağına kaçırmıştır. Ganymede, kutsal nektar dolu altın kupayı sunmak üzere -sonsuza dek genç kalması için- Zeus tarafından seçilmiş ve eski Yunan Olympia tanrıları -bir kutlama için- toplandıklarında kutsal şarabı sunan kisi olmuştur. Kaçırılmasına karsılık olarak, kederli babası kral Tros’a, Zeus tarafından bir ahır dolusu büyüleyici görünümlü atlar hediye edilmiştir.
İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı veya derleyicisi Homeros şu şekilde bahseder bu olaydan:
Erikhtonios'tan Tros doğdu, Troya’ltların kralı. Kusursuz üç oğlu oldu Tros'un da: llos, Assarakos, tanrıya denk Ganymedes. En güzeliydi Ganymedes ölümlü insanların, tanrılar kaçırdı onu Olympos'a, Zeus'a şarap sunan olsun diye, dediler güzelliğiyle yaşasın tanrılar arasında…
Zeus, Afrodit’e ders vermesi için Afrodit’in Anchises’e âsık olmasını sağlamıştır. Zeus, Afrodit’in kalbine o sıralarda bol su kaynakları olan İda dağının sarp tepeleri arasında hayvan yetistiriciliği yapan Anchises ile ilgili bir heyecan ve arzu yerleştirmiş, Afrodit, onu görünce asık olmuş, süslenip giyinerek Kıbrıs adasını terk edip, İda dağına ulaşmıştır.
Kendisinin ölümlü bir kız olduğunu, Troia’ya onun eşi olmak üzere gönderildiğini söyleyerek ikna eden ve onunla olan Afrodit, onu uykuya daldırarak tekrar ölümsüzlük durumuna dönmüştür. Uyandığında bir tanrıça ile ilişkiye girdiğini anlayarak dehşete düşen Anchises’i Afrodit rahatlatarak her şeyin iyi olacağını, ona Aeneas adında bir oğul dünyaya getireceğini müjdelemiştir. (Troia’lı prens Aeneas, Roma krallığını kuran kisi olarak kabul edilir.
Sarıkız, Çanakkale iline bağlı Ayvacığın bir köyünde ailesi ile yaşarken,küçük yaşta annesi vefat eder. Babası sarıkıza “biliyorsun anneni çok severdim, burada çok hatırası var, anneni unutmam zor oluyor. Buradan göçelim” der ve Kazdağlarının eteğindeki Güre köyünün yakınlarındaki Kavurmacılar köyüne gelerek yerleşirler. Burada çobanlık yaparak geçimlerini temin ederler. Köyde çok sevilirler. Köyün yaşlıları, gençleri sarıkızın babasına akıl danışırlar. Köylüler onun ermiş olduğunu düşünürler. Aradan yıllar geçer Sarıkız büyür güzel bir kız olur. Babası da yaşlanır. Aklında hep hacca gitme fikri vardır. Hacca gidebilmek için namazında niyazında sürekli Allah’a yalvarır. Sarıkız babasının bu isteğini yerine getirmesi için onu teşvik eder. Babasına artık büyüdüğünü kendisine bakabileceğini, daha fazla yaşlanmadan hacca gitmesi gerektiğini söyler. Babası kızını komşusuna emanet eder, hacca gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi değil, belki altı ay, belki de daha fazla, yaya gidiliyor.
Babası hacca gittikten sonra, köyün delikanlıları, Sarıkıza talip olurlar. Sarıkız hiçbirine yüz vermez. Onlarda dedikodu yayarak Sarıkıza iftira ederler.
Baba hacdan dönünce kimse yüzüne bakmaz, selamını almazlar. Sarıkızı teslim ettiği komşusuna bunun sebebini sorduğunda, Sarıkızın kötü yola düştüğünü söyler. Baba günlerce düşünür. Adet olan hac hayrını da yapamaz. Köyde yaşayabilmesi için namusunu temizlemesi gerekmektedir. Fakat çok sevdiği kızını öldürmeye kıyamaz. Yanına aldığı birkaç kazla, kızını, kazdağının zirvesine götürüp oraya bırakır. Orada yabani hayvanlara yem olacağını düşünür.
Aradan yıllar geçer. Bayramiç tarafından gelen yolcuların dağda yollarını kaybettiklerinde, darda kaldıklarında kendilerine sarı bir kızın yol gösterdiğini, yardım ettiğini söylerler. Kazlarının olduğunu, hatta bunların bir gün Bayramiç ovasına inerek çiftçilerin mahsülüne zarar verdiğini, köylülerin bu durumu sarıkıza söylemeleri üzerine, Sarıkızın eteğine doldurduğu taşları saçarak, bir avlu oluşturduğunu, kazlarında artık aşağılara inmediğini söylerler. Kaz avlusu diye anılan bu alanın duvar kalıntıları günümüzde bile gözükmektedir.
Bu hikayeleri dinleyen baba, bunun Sarıkız olabileceğini düşünür. Dağın yolunu tutar, zirveye vardığında, duvarlarla çevrili kazların bulunduğu bir alanla karşılaşır. Kızını bugün sarıkız tepe diye anılan yerde bulur. Sarıkız, babasını gördüğüne sevinir. Ona saygı gösterir, hürmet eder. Babası namaz kılmak için abdest almak ister. Sarıkız, abdest alması için babasının eline su döker. Babası suyun tuzlu olduğunu söyler. Sarıkız aceleden yanlışlıkla denizden aldığını söyler ve testisini vadilere doğru uzatır. Yeni doldurduğu suyu babasının eline döker. Babası buz gibi tatlı suyu tadınca kızının erdiğini anlar. O sırada siyah kara bir bulut gökyüzünü kaplar, Sarıkız kaybolur. Babası kızının erdiğine, sırrının açığa çıkması nedeniylede kaybolduğuna kanaat getirir. Kızına iftira edildiğini anlar ve köylülere beddua eder. Bugün Kavurmacılar köyünde yaşayan kimse kalmamış, muhtar, köy mührünü, yaşayan kimse kalmadığı için Kaymakamlığa teslim etmiş ve köyün adı kütükten silinmiştir. Sarıkızın babası üzüntü ile tepelerde dolaşırken bugün Baba tepe denilen yerde ölür. Yöre halkı Sarıkıza ve babasına dağın yassı taşlarını üst üste koyarak mezar yaparlar. Sarıkızın mezarının olduğu tepeye Sarıkız tepe, Babasının bulunduğu tepeye Baba tepe derler. Yöre halkı her yıl ağustos ayında Sarıkızı ve babasını anmak için buralara çıkarlar.
Edremit pazarı, şimdi olduğu gibi yüzyıllar önce de Çarşamba günleri kurulurdu. Etraftaki köylüler ürünlerini pazara getirip satar, ihtiyaçlarını alarak köylerine dönerlerdi. Zeytinli köyünün yakışıklı delikanlısı Hasan’ın babası ölmüş, anasının ve kendisinin karnını doyurabilmek için baba mesleği bahçıvanlığı devam ettirmekte idi. Yetiştirdiği sebze ve meyveleri, Edremit pazarına götürüp satıyor, ihtiyaçlarını alıp köyüne dönüyordu. O gün pazarın kalabalığı içerisinde bir kız görmüştü, çok güzel, alımlı bir kızdı, uzun süre gözleri ile onu takip etti. Giysilerinden obalı olduğu anlaşılıyordu, sırtında heybesi bir şeyler satmaya uğraşıyordu. Kızı gözden kaybetmişti fakat hayali gözünün önünde duruyordu, evlenme çağı da gelmişti. Güzel düşlere dalıp gitmişti. Birden, kendisine seslenildiğini fark etti, kafasını kaldırdığında güzel kızı karşısında görmüştü. Eli ayağı birbirine dolaşmıştı, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı. Bu halini gören kız gülmeye başlamış, daha da güzelleşmişti. Hasan kendisinden istenilenlerin en iyilerini seçip verdi. Kıza kim olduğunu sordu. Adının Emine olduğunu ve Zeytinlinin üstündeki obalarda oturduklarını öğrendi. O da Hasanı fark etmişti. Her Çarşamba Emine peynirin ,sütün ,yoğurdun,balın en iyisini, Hasana getiriyor, Hasanda sebzenin en iyisini ona veriyordu. Pazardan, Zeytinliye kadar beraber dönüyorlar, Zeytinliden sonra Emine obaya varabilmek için üç sat daha yürüyordu.
Emine ile Hasan birbirlerini sevmişler ve evlenmeye karar vermişlerdi. Hasanın annesi evine bir can yoldaşı geleceği için sevinmişti. Fakat Emine’nin ailesi, obada hiçmi kendine uygun delikanlı bulamadığını, ovalının obada yaşayamayacağını söyleyerek karşı çıkmışlardı. Emine ısrar edince, Hasanın kırk okka ( altmış kilo ) tuzu sırtında obaya çıkarabilirse yiğitliğini göstereceğini ve herkesin onu damat olarak kabul edeceğini söylemişlerdi.
Emine, Hasana durumu anlatır. Başka yapacak bir şey olmadığını anlayan Hasan, sevdiğine kavuşmak için tuz çuvalını sırtına alır ve yola düşerler. Bahçıvanlık yaptığı için Hasan bu tür bir yüke alışkın değildi. Beyobaya vardıklarında yorulmaya başlamıştı. Şimdiki Sütüven şelalesine vardıklarında, yol dere içerisinden gidiyordu, taşların üzerinden atlayarak geçiyordu, yorulmuştu, tuz sırtını yakmaya başlamıştı, daha geldikleri kadar yol vardı. Gök büvete vardıklarında gücü tükenen Hasan, yere düşer. Emine, Hasanı yüreklendirmeye çalışarak gelecek iyi günleri anlatır, fakat Hasan kalkamaz. Emine’ye buralardan kaçmayı, başka yerlerde yaşamayı teklif eder. Emine obasına söz vermiştir. Kendisinin bile rahatlıkla taşıdığı çuvalı taşıyamayan kişiyi obaya nasıl götürebilirdi. Hasanın yalvarmalarına aldırmaz, çuvalı omzuna alarak obanın yolunu tutar. Hasan “ senin obana varamıyorum, kendi köyüme de varamam, beni bırakma” diye yalvarır. Emine, Hasanın sesi kulaklarında çınlayarak yoluna devam eder. Obaya vardığında pişman olur. Geri dönmek ister. Fakat fırtına çıkar, şiddetli yağmur yağmaya başlar. Ailesi bu havada onu ormana bırakmaz, sabah olunca gitmesini söylerler.
Emine sabahı zor eder, ilk ışıklarla, Gökbüvet’e koşar fakat Hasan yoktu. Zeytinliye annesine, Edremit’e koşar, Hasanı kimseler görmemişti. Hasanın sesi kulaklarında çınlayan Emine, mecnun gibi, dere boyunca onu arar durur. Obasına da dönmez.Günler sonra Gökbüvet’te, Hasan’ın gömleğini ve ona verdiği çevreyi bulur. Sana kavuşmaya geliyorum Hasan’ım diyerek kendini Gökbüvetin başındaki çınara asar. O günden sonra Gökbüvetin adı Hasanboğuldu, Gökbüvete bakan çınara da Emine Çınarı denmektedir.